Mantar Tabancalı Eski Bir Bayram Hikâyesi
Geçmişte yaşadığımız ancak şimdi geriye dönüp baktığımızda epeyce uzakta kalmış, bir nevî tarih olmuş, çoğumuzun da albümlerinde solgun fotoğraflara dönüşmüş “o eski bayramlar”da, işte biz çocukların en vazgeçilmez keyif ve zevklerinden birisi, belki de başlıcası mantar tabancasıydı.
Kızılderililerin Amerika’ya sonradan gelenlerin ellerinde tuttukları alete ateşli silah dedikleri gibi, bu mantar tabancaları da biz küçüklerin ateşli silahlarıydı. Televizyonu her açışımızda gördüğümüz filmlerde büyükler bunu bizim gözümüzün içine soka soka kullanırlar da biz kullanamaz mıydık? Bir bakıyorduk bir kovboy filmi; o onu kovalıyor, öbürü bir başkasını. İyilikle konuşmak, uzlaşmak, anlaşmak nedense hiç birinin aklına gelmiyor. Peki konuşan hiç yok mu? Var. Var ama bu konuşanlar daha çok silahlar..!
O tarihlerde tek kanal olan televizyonu bir başka zaman açıyoruz; bu sefer de Cüneyt Arkın, Erol Taş ve onların silah arkadaşlarının maceraları çıkıyor karşımıza. İstanbul’un arka sokaklarında veya kale surları çevresinde amansız bir mücadele veriyorlar. Tabii bu işler hiç yeni sayılmaz, ta Hz. Adem babamızın oğulları olan Kabil ile Habil devrinden beri devam ediyor malûmunuz üzere. Şimdi ise yeryüzünde, şu dünya kadar insan kalabalığı hengâmında hiç durulur mu? Daha da ivme kazanmış bir vaziyette bu kavga-gürültü ve dahi patırtı işleri.
Neyse, biz işin sosyolojik ve felsefik tarafını bir kenara bırakıp dönelim elimizdeki mantar tabancası ile eski bayram kutlamasına. Biz çocukların hiç kimseye herhangi bir zarar verme niyeti yok tabii. Varıp da kimsenin gözüne sıkmıyoruz nihayetinde, Allah muhafaza. Sıkmamız bir sağa bir sola, öne ya da arkaya, en çok da havaya. Sık babam sık. Hele de benim için. Nasıl olsa hem kaynak beleş hem de mühimmat yerli ve millî. Yâni Peder Bakkaliyeden. Çünkü o zamanlar rahmetli babamın bir bakkalı vardı. Diğer çocuklar da harçlıklarının önemli bir kısmını mantar tabancasına yatırıyordu ama benim buna hiç ihtiyacım olmadığı için keyfime diyecek yoktu. Yanlış hatırlamıyorsam bizim pederin 5-6 senelik bir bakkallık serüveni olmuştu. Bakkal dükkanıyla oturduğumuz ev de bitişik vaziyetteydi. Hatta işin daha ilginç yanı, babam bakkalı kilitleyip bir yere gittiğinde evden dükkana girip çıkabileceğim, tünele benzer bir geçit bile vardı.
Günlerden güzel bir bayram günüydü ve mevsim yazdı. Hava da epeyce sıcaktı. Ancak yaz olsun kış olsun çocukların keyfine ve oyunlarına had ve sınır koymak, imkânı yok doğru olmazdı. Nitekim ben de o keyfe yelken açmak ve o maceraya atılmak üzere aldım mantar tabancamı elime, küçük gizli tünelden girip mantarları da doldurdum cebime. Güya bakkalı olan babamın sunmuş olduğu bu imkân ile aklım sıra bir avantaj ve üstünlük sağlayacaktım diğer arkadaşlara. Yani ‘bakın, mermi bende daha çok ve ben sizden daha çok atış yapabiliyorum’ havası ve cakası içinde olacaktım.
Nitekim de başlangıç öyle oldu. Keyif ve eğlencem bir süre devam etti, silah arkadaşlarım da buna ve bana gıpta etti. Amerikan kovboylarında, Cüneyt Arkın’da, Erol Taş ve adamlarında teknik ve taktik olarak ne gördüysem ben de uygulamaya çalıştım onları. Büyük zarara ve ziyana sebebiyet vermeyelim diye de yüze ve göze sıkmaktan çok çok kaçınıyordum. Ancak o da ne? Büyük bir tehlike bana zarar vermek için çok yakınıma demir atmış ama haberim yokmuş. Yaz günü olması, havanın fazla sıcak olması, benim de uzun süre eve gitmeyip dışarıda kalmam sebebiyle sıkışıp bunalan yarım kutu tabanca mantarından 4-5 tanesi, cebimde birbirini tetikleyip ateşleyerek peşpeşe patladılar. Tamamı olmasa da bu kadarı bile yetti, benim teslim bayrağını çekmem için. Hem bayramlık yeni pantolonumu hem de mantarların olduğu taraftaki bacağımı fena halde yaktılar. Bu infilâk benim aklımı başıma getirdi ya da aklımı başımdan aldı götürdü desem daha doğru olur sanırım.
Az biraz önce tabancamın ağzını havaya çevirip keyifle sıkarken şimdi ise kendi ağzımı havaya çevirip ağlayarak hatta zırlayarak artık ne zamandır gitmediğim evin yolunu tutmak zorunda kaldım. Hem de çabucak buradan sıvışıp annemin arkasına veya engin gönlüne sığınmakta fayda vardı. Zira biraz sonra büyük ihtimal babam da bi yerden çıkagelir ve bayramlık pantolonumun yanıp diz kapaktan açıldığı gibi o da bayramlık ağzını açabilirdi. Hatta daha ilerisi, elinde cennetten çıktığı iddia edilen ve adına da sopa denen sağlam/kırılmaz bir malzeme ile muhteşem bir dönüş yapabilirdi. Neme lâzım, akıllı olmak lâzım. Çünkü bizim zamanımızın babaları ve dedeleri padişah gibi adamlardı.
O sebeple bütün acı ve sızıya rağmen haydi Ya Allah! Son bir gayret, tabana kuvvet..! Böyle zamanlarda yiğitliğin onda dokuzu kaçmakmış..! derler. Ne garip bir şey yahu bu! Hem yaralısın hem de çocuk. Ama yine de firar etmek zorundasın. Eyvallah doğrudur, küçüklerin başından eksik olmaz sakarlık, saflık ve safiyet… Ancak ne olur ne olmaz, sen yine de büyüklerin hiddet ve gazabını hesaba kat..!
26.05.2020 / Sıtkı NURDOĞDU